27 Şubat 2006 Pazartesi

Onu Biz koruruz

innâ: biz (vurgulu)
lehû: ona
hâfiz: koruyucu
lehâfizûn: koruyucular (vurgulu)

veinnâ lehû lehâfizûn (ve Onu Biz koruruz)
وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
15:9 Şüphesiz o zikri Biz indirdik, onun koruyucusu da elbette Biziz

Kuran'ın korunmuşluğu tarihsel bir vaka: Dünyanın neresine giderseniz gidin, farklı bir kopyasını bulamazsınız. İnsanların yazdığı her metnin zaman içinde az çok değiştiğini biliyoruz. Bu metnin hiç değişmeden kalmış olması tek başına bir mucizedir, çünkü başka bir örneği yok.

Onu Biz koruruz

Korunmanın diğer bir boyutu da, alelade görünüp içindeki kıymetlerin saklanması. Okyanuslarda değersiz, sıradan taşlar bulunur. İnci çıkaranlar onlara hiç değer vermez. Aradıkları, taşlaşmış istiridyelerdir, içlerinde pırıl pırıl inciler olan istiridyeler. Adi taşlardan görünüşte hiç farkları yoktur, ama erbabı onları bulup çıkarır. Eğitilmemiş gözlerden gizlenmiş, korunmuştur.

Bu anlam Vakıa suresinde meknûn kelimesi ile ifade edilmiş:

75. felâ uqsimu bimevâqi'in-nucûm
yıldızların yerlerine kasem olsun
76. veinnehû leqasemun lev ta'lemûne 'azîm
bu büyük bir kasemdir, bilseydiniz
77. innehû lequrânun kerîm
o kerim bir Kur'an'dır
78. fî kitâbin meknûn
korunmuş bir kitapta

(Ayetlerin iniş sebebi için bkz: Ayırıcı Soru)

Bu kelime aynı surede hem Kuran hem de inci için de kullanılmış. Benzetme çok açık: Alelade taşlar yerine sıradan sözleri düşünelim. İnci dolu sıradışı söz de Kuran oluyor; bakmayan gözlerden, dinlemeyen kulaklardan, düşünmeyen akıllardan korunmuştur.

24 Şubat 2006 Cuma

inşâallâh

in: eğer
şâe: diledi

inşâallâh (Allah dilediyse)
إِن شَاء اللَّهُ
Allah dilemeden hiçbir fikir gerçekleşemiyor, hiçbir hayal hakikat olamıyor.
Kitabımızdaki enbiyâ kıssalarında bunun birçok örneği var.

İşte İbrahim, oğluna rüyasını anlatıp fikrini soruyor, "ne dersin?"
dedi ki: "Ey babacığım! Ne ile emrolundunsa yap"
37:102 setecidunî in şâallâhu mines-sâbirîn
"Allah dilerse, sabredenlerden olduğumu göreceksin"

İşte torunu Yakub, uzun bir ayrılıktan sonra sevgili oğullarına kavuşuyor. Yusuf anasını, babasını, kardeşlerini bağrına basıp şöyle diyor:
12:99 udhulû misra in şâallâhu âminîn
Allah dilerse, güven içinde Mısır'a girin
İsrailoğulları Mısır'a böyle giriyor.

Sonraki üç ayet de onları Mısır'dan çıkartan nebinin hikayesinde.
Şuayb, hem damat hem yardımcı olarak anlaştığı Musa'ya diyor:
28:27 setecidunî in şâallâhu mines-sâlihîn
"Allah dilerse, salihlerden olduğumu göreceksin"

Aynı Musa, "kendisine ilim öğretilen kula" benzeri bir söz veriyor:
18:69 setecidunî in şâallâhu sâbirâ
"Allah dilerse, sabırlı olduğumu göreceksin"
Fakat, Musa bu sözünü tutamıyor, zaten o sınava kim dayanabilirdi ki...

İsrailoğulları Mısır'dan çıkmış, çölde hayat devam ediyor, sınav da:
2:70 "Rabbine bizim adımıza yalvar da, mahiyetini bize bildirsin, çünkü sığırlar, bizce, birbirine benzemektedir. Allah dilerse, biz şüphesiz doğruyu bulmuş oluruz" dediler.
Ama gerçeği söylemiyorlardı, ipe un sermekti maksat. Bugünkü yaygın anlama ne kadar da yakın: "Biz istemiyoruz, ama Allah dilerse kerhen yaparız."

Uzun yıllar sonra, yenilgi sanılan bir anlaşma imzalanıyor. Hayret! Meğer en büyük zafer buymuş, Medine'ye dönüşte Fetih suresi müjdeyi veriyor:
48:27 letedhulunnel-mescidel-harâme in şâallâhu âminîn
Allah dilerse, güven içinde Mescidil-haram'a gireceksiniz
Bu ilâhi müjde bile Allah'ın dilemesine bağlanmış.
Kesinlikle olacak, ancak O'nun dilemesi ile.

Kehf suresindeki öğüt hiç aklımızdan çıkmasın:
18:23 Hiçbir şey için "Yarın bunu yapacağım" deme,
24 illâ ey-yeşâallâh
ancak Allah'ın dilemesi ile (de)

Ve bir de Mevlânâ'dan şu çok mânidar satırlar:

"Kibirlerinden inşâallâh (Allah isterse) demediler.
Allah da onlara insanların âcizliğini gösterdi.

İnşaallah'ı terk ettiklerini söylemekten maksadım, insanların yürek katılığına ve mağrurluğuna işarettir. Yoksa ârızî bir hâlet olan inşaallah sözünü unuttuklarını anlatmak değil."

(Mesnevî, 1. cilt 48 ve 49. beyitler)

Ne kadar da üstüne basa basa "esas olanın ancak niyet olduğunu" söylüyor.

20 Şubat 2006 Pazartesi

Gaybı ve görüneni bilen

'alime: bilmek --> 'âlim: bilen
gayb: duyularla bilinmeyen
şehâde: şahit olunan

Beş duyumuz bize çevremizi tanıma, algılama imkanı sağlıyor. Ama herşey bizim görüp duyduklarımızdan ibaret değil. Onları bilen kim?

'âlimul-gaybi veş-şehâde (Gaybı ve görüneni bilen)
عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ

Bu söze tam on ayette raslıyoruz:
Enam, 6:73
Tevbe, 9:94
Tevbe, 9:105
Rad, 13:9
Müminun, 23:92
Secde, 32:6
Zumer, 39:46
Haşr, 59:22
Cuma, 62:8
Tegabun, 64:18

Allah Teâlâ, herşeyin mutlak Yaratıcısı, herşeyi mutlak Bilen. Kullarına da o bilgiden dilediği kadarını bildirmiş. Ya harflerin oluşturduğu kelimeleri vahyedip, bizlere Zât'ından, hesap gününden, ahiretten ve yaratılış amacımızdan haber vermiş. Ya da yarattığı herşeyi anlayana harfsiz birer kelime kılmış.

39:46 De ki: "Ey gökleri ve yeri yaratan, görünmeyeni ve görüneni bilen Allah'ım! Kullarının üzerinde ayrılığa düştükleri şeylerde, yalnız sen hüküm verirsin."

9:94 ... De ki: "Mazeret beyan etmeyin. Size kesinlikle inanmayız... Sonra hepiniz, gaybı da görüleni de Bilen'e döndürüleceksiniz de yapmakta olduğunuz şeyleri size haber verecek."

Bu ayet bana mı sesleniyordu acaba?... Benim ardı arkası kesilmez ve bir anda yuzlercesini sıralayabilecegim mazeretlerim olabildiğini... Asabiydim cunku mazeretim vardı, yorgundum cunku mazeretim vardı, hastaydım, uykusuzdum, dargındım, kırgındım, vardım yoktum hepsinin bir mazereti vardı.. "Mazeret beyan etmeyin. Size kesinlikle inanmayız." Biz ne yapmalıyız da gaybı da görülen âlemi de Bilene dondürüleceğimizi unutmamalıyız? Mazeretlerin bir bir sıralanacağı günün yarından daha yakın olabileceğini unutmamak icin...

62:8 De ki: "Kendisinden kaçtığınız ölüm var ya, kesinlikle sizi gelip bulacak, sonra gaybı da görüleni de Bilen'e döndürüleceksiniz de yapmakta olduğunuz şeyleri size haber verecek."

Mesnevî'den bir hikâye

Haftasonu Mesnevî'den enteresan bir hikâye çıktı karşıma. Hani öyle Mevlânâ Hz.'nden alışageldiğimiz tarzda kuvvetli tahkiyesi olan, heyecanlı hikâyelerinden biri değildi belki. İlk bakışta pek sâkin görünüyordu. Hikâye bu ya, Hz. Ömer'i Rum kayserinin elçisi ziyaret ediyor, birlikte konuşuyorlar. Hikâye baştan sonra sadece bir konuşma... Ama ne konuşma! Orda geçen sözler kalbime içten içe bir "âh" dedirtti.

Hikâyede elçi tâlipti. Sual ediyordu. Hz. Ömer ise ona yollar gösteriyordu. Tâlibin ilk suali kolaydı: "Bu can nasıl oldu da bu beden kafesine girdi?" Yol gösterici bunun cevabını pek güzel anlattı. İkinci sual daha derindi: "Bu duru cânın, bedene girmesinin ne hikmeti ola ki?" Gerçi sonunda o ikisine sual de kalmadı, cevap da. Hakikat önlerine açılıverdi.

İkinci suale Hz. Ömer'in dilinden Mevlânâ şöyle cevap veriyordu: Hani şu harfler, kelimeler, sözler nasıl insanın içindeki mânâyı kayıt altına alırken, aynı zamanda bir fayda da veriyor. Hatta insan gaybı ve görüneni bilemezken, "Fayda nedir, zarar nerdedir?"e cevapları aslında ona hep hicablıyken bile, sözünü bir fayda elde etmek için söylüyor.

"Fayda kendisinde zuhur eden Cenab-ı Hak, bizim gördüğümüzü nasıl görmez? Mânânın kelimelerle söylenmesinde yüz binlerce fayda var. Bu faydaların her biri, canın cesede girmesindeki faydaya nispetle pek değersiz.

Cüzilerin cüz'ü olan senin bu nefesin, bu söz söylemen, külli bir fayda temin ederse ruhun bedene girmesiyle meydana gelen küll, neden faydasız olsun? Sen bir cüz iken fayda görüyorsun. O halde neden kınama elini külle uzatıyor, onu neden kınıyorsun?"
Mesnevî, I. Cilt 1520-1524. beyitler


İnsanı düşündüren bir suale, ürperten bir cevap! Hiç dönüp sorduk mu kendimize: "Ben ömrümü sürüyorum ya, acep benim yüce Yaratıcım benim varlığımla ne söylüyor? Ben hangi mânâya kalıp olmuşum? Ben hangi kelimeyim?"

İnsanın içine düşen o "eşyanın hakikatini bilme" derdi de, bu "gayb ve görünen" bilgisinin kuldaki izdüşümü olmalı. Gaybı ve görüneni bilen ancak O. Hatta önce gayb, sonra görünen. Boşuna öyle sıralanmasa gerek. Çünkü görünen belki de ancak görünmeyenlerin hayal perdesine düşmüş görüntüleri... Kimbilir? Hem sorsam bir içime: "Gördüm dediklerimi ne kadar bildim ki?"

Ama işte bazen eşyanın hakikatini bilme diye bir derdi oluyor insanın. Hakkı hak olarak bilip, ona tabii olmak, batılı batıl olarak bilip ondan ictinab etmek diliyor. Bakışlar seviye seviye... Anlayışlar katman katman... Kiminin ayırdına bile varamayacağı farklar, kimine uykuyu haram ediyor. Bu âlem ne, mevcudât neden? Ben kimim? Yaratıcımla bağım nasıl olmalı? Bu sorulara cevapta aklın ışığı pek az. Onun eli ancak duyularla sezilen ve onlardan mantıksal ilişkilerle çıkarılabilecek sonuçlara eriyor. Akıl ancak "nasıl" sorusunu -o da cirmi kadar- aydınlatıyor. "Kim", "ne", "ne zaman"ın cevapları zaten eline verilmeli. "Niçin"e ise hayali bile yetişmiyor.

Kendi sınırlarını sezenlerden bazıları ise hakikatin ne olduğuna dair izahları aramaya yılmadan devam ediyorlar. Neden arıyorlar, bilinmez. Belki hakikate ezelden sevdâlılardır, kimbilir. İstidlâlin bittiği yere, kalb-i selîmleriyle destek çıkıyorlar. İman ediyorlar. Elbette O dilemezse, kimseyi hakikate erdirecek bir yol yok. Hidâyet ancak O'ndan dilenir. Hakka ulaştıran ancak O'dur.

17 Şubat 2006 Cuma

Rabbime isyan edersem

innî: ben (vurgulu)
ahafu: korkarım
in: eğer
in 'asaytu: isyan edersem
rabbî: Rabbim
yevm: gün
'azîm: büyük

innî ahafu in 'asaytu rabbî 'azâbe yevmin 'azîm
(Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım)
إِنِّي أَخَافُ إِنْ عَصَيْتُ رَبِّي عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ

6:14 ... "Allah'tan başka bir dost mu edinirim? Müslümanların ilki olmakla emrolundum" de, asla ortak koşanlardan olma!
15. qul innî ahafu in 'asaytu rabbî 'azâbe yevmin 'azîm
"Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım" de.

10:15 ... "Onu kendiliğimden değiştiremem, ben ancak, bana vahyolunana uyarım" de.
innî ahafu in 'asaytu rabbî 'azâbe yevmin 'azîm
"Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım."

39:11 "Dini Allah'a halis kılarak O'na kulluk etmekle emrolundum,"
12. "Müslümanların ilki olmakla emrolundum,"
13. qul innî ahafu in 'asaytu rabbî 'azâbe yevmin 'azîm
"Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım" de.

Dikkat edelim, Söyleten kim, söyleyen kim acaba? Bu sözleri söyleyen hâtemul-enbiyâ, nebilerin sonuncusu, salat ve selam ona. O ki isyandan ne kadar uzak... Ya ben? Ben neredeyim?

Dilimle "O'ndan başka ilah yok" der iken hayatımın, amellerimin, ibadetlerimin ne kadarı O'nun için, ne ölçüde kendi nefsimin önceliklerini "Sen'in için" deyip verebiliyorum? Tamamen veremeyince, isyanın uzağında olmaktan bahsedilebilir mi? İsyan bu kadar yakın iken azaptan korkmamak mümkün mü? Ya korkuyu hissedemiyorsam, isyana daha da yakınlaştığımı anlayıp "bir yerlerde bir yanlışlık yapıyorum" deme ve istikamet isteme zamanı gelmemiş midir?

13 Şubat 2006 Pazartesi

Güzel bir örnek

usve: örnek
hasene: güzel

usvetun hasenetun (Güzel bir örnek)
أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ
Allah'ın elçileri "Sizin gibi bir insanım" diyerek beşer olma vasıflarını vurgulamışlardı. Onları asla aşırı yüceltmeyelim, onlara insan üstü sıfatlar bulup yakıştırmayalım diye. Öte yandan, aynı elçiler insanlık çerçevesi içinde, olağan dışı hayatlar sergileyip bize en güzel örnekler oldular. Kıyamet gününde de aleyhimizde şahit olacaklar.

Örneklerin en üstünü, Salat ve Selam Ona, Kitabımızda şöyle tanıtılıyor:
leqad kâne fî rasûlillâhi usvetun hasenetun
33:21 Allah'ın elçisinde sizin için güzel bir örnek vardır
limen kâne yercullâhe vel-yevmel-âhire
vezekerallâhe kesîrâ

Allah'ı ve ahiret gününü özleyen, Allah'ı çok zikreden kimse için

Onu örnek almanın ön şartları varmış. Öncelikle Allah'ı özleyip çokça zikredeceğiz, ölümü korkulacak bir son değil O'na kavuşmanın yolu olarak göreceğiz. Şu kısacık hayatımızda O'nun elçisini iyi tanımaya çalışacağız, Günümüz bir hadisle aydınlansın diyeceğiz.

Aynı kelimelerle tanıtılan bir elçi daha var, Mumtahine suresinde:
qad kânet lekum usvetun hasenetun
fî ibrâhîme vellezîne ma'ah(û) ...

60:4 İbrahim'de ve yanındakilerde sizin için güzel bir örnek var

Ne ilginç bir şahsiyettir İbrahim... Genç yaşta "Ben batanları sevmem!" diyerek tevhidi bulmuş, Kâbe'yi yeniden inşa edip insanları hacca çağırmış, ve asla müşriklerden olmamış. Bütün semavi dinlerde iyi tanınmış, saygı görmüş, salat ve selam Ona.

60:6 Sizlerden, Allah'ı ve ahiret gününü özleyen kimse için, bunlarda güzel örnekler vardır. Kim yüz çevirirse kendi aleyhine olur, doğrusu Allah Ganî'dir, Hamîd'dir.

9 Şubat 2006 Perşembe

Her nefis ölümü tadıcıdır

kullu: her, bütün
nefs: kişi, nefis
zâqa: tatmak --> zâiq: tadan

kullu nefsin zâiqatul-mevt (Her nefis ölümü tadıcıdır)
كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ

3:185 Her nefis ölümü tadacaktır. Kıyamet günü, ecirleriniz size mutlaka ödenecektir...

21:35 Her nefis ölümü tadacaktır. Bir imtihan olarak size iyilik ve kötülük veririz. Sonunda Bize döneceksiniz.

29:57 Her nefis ölümü tadacaktır. Sonunda Bize döneceksiniz.

Sonradan verilen herşeyin bir sonu vardır. Asıl olan O'dur. Herşey geçici, Kalıcı olan yalnız O. el-bâqî, huvel-bâqî

Beşer olmak sonradan kazanılan bir vasıf, onun da bir sonu var: Ölüm. Nitekim nice peygamberler geçti, hiçbiri bu alemde kalmadı, hepsi Rablerine döndüler. Çünkü hayatta insanın başına geleceğinden kesinlikle emin olduğu tek bir şey varsa, o da ölümdür.

Ölüm ise Kelebeğin Kanatlanıp Uçmasıdır.

Sky 26

6 Şubat 2006 Pazartesi

kefâ billâhi ...

Allah bes demiştik, Allah yeter.
Peki hangi sıfatları ile yeter?

kefâ billâhi (... olarak Allah yeter)
... كَفَى بِاللَّهِ
Üç noktanın yerine hangi ilâhî sıfatlar gelebilir?

hasîben: hesaplayan olarak (4:6, 33:39)
veliyyen: dost olarak (4:45)
nasîren: yardımcı olarak (4:45)
'alîmen: bilen olarak (4:70)
şehîden: şahit olarak (4:79, 4:166, 10:29, 13:43, 17:96, 29:52, 48:28)
vekîlen: vekil olarak (4:81, 4:132, 4:171, 33:3, 33:48)
Allah yeter.

Altı farklı sıfat, herbiri Nisa suresinde geçiyor. Bu kelimelerin hemen hepsi ayet sonunda olduğu için, tenvin eki "en" uzun bir "â" sesine dönüşür, öyle okunur.

zâlikel-fadlu minallâh
4:70 Bu lutuf Allah'tandır.
vekefâ billâhi 'alîmâ
Bilen olarak Allah yeter.

وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا
33:3 Allah'a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter.

Biraz özel bir anı ile konuyu kapatalım:

4:45 ...kefâ billâhi velîyyâ, vekefâ billâhi nasîrâ
Allah sizin düşmanlarınızı çok daha iyi bilir. Allah dost olarak yeter. Allah yardımcı olarak da yeter.

Bir gün çok dertlenmiştim ve derdimi anlatip, beni biraz olsun rahatlatacak, gönlüme ferahlık verecek bir dost bulamamıştım. İşyerinde çalışırken kendi kendime ağlıyordum. En sonunda aklıma bu ayet (4:45) geldi. Ve ben neden kendimi böyle hırpalıyorum ki, Allah "dost olarak Ben yeterim" demiyor mü? Sen neden dost arıyorsun ki diyerek kendimi teskin etmeye başladım. Tam gözyaşlarım dinmek üzereyken, telefonum çaldı. Bir dostum, hiçbir neden yokken sadece sesimi duymak için beni aramıştı... Öğrendim ki, dost olarak Allah'ı kabul ettiğimiz zaman, Allah kendi dostlarının yardımını bize gönderiyormuş...
Bu şuura sahip olabilmek duasıyla...
[BT]

3 Şubat 2006 Cuma

Boş sözler

el-lagv (Boş sözler)
اللَّغْوِ
Bu kelimenin Kuran'da bir anlamı daha var: rastgele yemin.
Burada "boş sözler" anlamı ile kullanıldığı ayetlere bakalım.

Mu'minûn suresinde felâha ulaşanların özellikleri sayılmış. Boş sözlerden yüz çevirmek, imtihanı başaranların namazdan sonra ikinci özelliği imiş:
vellezîne hum 'anil-lagvi mu'ridûn
23:3 Onlar boş sözlerden yüz çevirirler

Kendilerine kitap verilenlerin özellikleri arasında da sayılır:
veizâ semi'ul-lagve a'radû 'anhu ...
28:55 Onlar boş söz işitince yüz çevirirler

... ve Furkan ahlakı ile süslenmiş Rahman kullarının:
... veizâ merrû bil-lagvi merrû kirâmâ
25:72 Onlar ... boş sözlerle karşılaşınca kerem ile geçip giderler

Sözleri sınıflandıralım ve davranışımızı belirleyelim:

1) Kötü sözler: Maddi ya da manevi manada zarar üreten sözler. Küfür sözler, gıybet, yalan, koğuculuk, iftira, vb. Bir Müslümanın bu sözlere tavrı saldırgan kafire tavrı gibi olmalı. Eliyle ya da diliyle düzeltmek, en azından kalbiyle tepki.

2) Boş sözler: Ne bir zarar ne de bir fayda üreten sözler. Oyun, eğlence, şaka, vb. Buna tavrı da inançsız ama kimseye zararı dokunmayan kişiye tavrı gibi olmalı. Bu sözlerden uzak durmaya çalışacak.

3) Güzel sözler: Maddi ya da manevi anlamda fayda üreten sözler. Zikir, ilim, selam, vb. Bütün sözlerimizin bu yüksek sınıfa girmesi amacımız olmalı. Hatta denir ki: "Söz bilirsen söyle sözünden ibret alınlar, söz bilmezsen sükût et, seni bir insan sansınlar!" Bazan susmak konuşmaktan hayırlı oluyor.

Öte yandan, bu yaşadığımız bir gurbet hayatı değil mi? Özlenen yurt ise boş sözün olmadığı Selam diyarı, Adn cennetleri (19:62). Boş sözlerin ve yalanın varlığı da, hoş sadaları ve sürekli olarak doğruyu işitebilme arayışını sağlıyor. Korunacak huzurlu bir sığınak aslında istenen.

lâ yesma'ûne fîhâ lagven velâ te-sîmâ
56:25 Orada boş söz ve günah işitmezler

lâ yesma'ûne fîhâ lagven velâ kizzâbâ
78:35 Orada boş söz ve yalan işitmezler

lâ tesma'u fîhâ lâgiye
88:11 Orada boş söz işitmezler

Dünyada işitilen her hoş ses ve doğru söz ise bu özlemi ve arayışı daha da artırabildiği için önemli. O yüzden ne zaman bir güzel ses, bir doğru söz duysak mutlu oluyoruz. Ezanın güzelliği de, dünyadaki özgürlüğe çağırmasından değil mi? Keşke her zaman işitsek diyoruz ve kanatlanıp nihai özgürlüğe, Sıla'ya uçabilmeyi diliyoruz.