20 Şubat 2006 Pazartesi

Gaybı ve görüneni bilen

'alime: bilmek --> 'âlim: bilen
gayb: duyularla bilinmeyen
şehâde: şahit olunan

Beş duyumuz bize çevremizi tanıma, algılama imkanı sağlıyor. Ama herşey bizim görüp duyduklarımızdan ibaret değil. Onları bilen kim?

'âlimul-gaybi veş-şehâde (Gaybı ve görüneni bilen)
عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ

Bu söze tam on ayette raslıyoruz:
Enam, 6:73
Tevbe, 9:94
Tevbe, 9:105
Rad, 13:9
Müminun, 23:92
Secde, 32:6
Zumer, 39:46
Haşr, 59:22
Cuma, 62:8
Tegabun, 64:18

Allah Teâlâ, herşeyin mutlak Yaratıcısı, herşeyi mutlak Bilen. Kullarına da o bilgiden dilediği kadarını bildirmiş. Ya harflerin oluşturduğu kelimeleri vahyedip, bizlere Zât'ından, hesap gününden, ahiretten ve yaratılış amacımızdan haber vermiş. Ya da yarattığı herşeyi anlayana harfsiz birer kelime kılmış.

39:46 De ki: "Ey gökleri ve yeri yaratan, görünmeyeni ve görüneni bilen Allah'ım! Kullarının üzerinde ayrılığa düştükleri şeylerde, yalnız sen hüküm verirsin."

9:94 ... De ki: "Mazeret beyan etmeyin. Size kesinlikle inanmayız... Sonra hepiniz, gaybı da görüleni de Bilen'e döndürüleceksiniz de yapmakta olduğunuz şeyleri size haber verecek."

Bu ayet bana mı sesleniyordu acaba?... Benim ardı arkası kesilmez ve bir anda yuzlercesini sıralayabilecegim mazeretlerim olabildiğini... Asabiydim cunku mazeretim vardı, yorgundum cunku mazeretim vardı, hastaydım, uykusuzdum, dargındım, kırgındım, vardım yoktum hepsinin bir mazereti vardı.. "Mazeret beyan etmeyin. Size kesinlikle inanmayız." Biz ne yapmalıyız da gaybı da görülen âlemi de Bilene dondürüleceğimizi unutmamalıyız? Mazeretlerin bir bir sıralanacağı günün yarından daha yakın olabileceğini unutmamak icin...

62:8 De ki: "Kendisinden kaçtığınız ölüm var ya, kesinlikle sizi gelip bulacak, sonra gaybı da görüleni de Bilen'e döndürüleceksiniz de yapmakta olduğunuz şeyleri size haber verecek."

Mesnevî'den bir hikâye

Haftasonu Mesnevî'den enteresan bir hikâye çıktı karşıma. Hani öyle Mevlânâ Hz.'nden alışageldiğimiz tarzda kuvvetli tahkiyesi olan, heyecanlı hikâyelerinden biri değildi belki. İlk bakışta pek sâkin görünüyordu. Hikâye bu ya, Hz. Ömer'i Rum kayserinin elçisi ziyaret ediyor, birlikte konuşuyorlar. Hikâye baştan sonra sadece bir konuşma... Ama ne konuşma! Orda geçen sözler kalbime içten içe bir "âh" dedirtti.

Hikâyede elçi tâlipti. Sual ediyordu. Hz. Ömer ise ona yollar gösteriyordu. Tâlibin ilk suali kolaydı: "Bu can nasıl oldu da bu beden kafesine girdi?" Yol gösterici bunun cevabını pek güzel anlattı. İkinci sual daha derindi: "Bu duru cânın, bedene girmesinin ne hikmeti ola ki?" Gerçi sonunda o ikisine sual de kalmadı, cevap da. Hakikat önlerine açılıverdi.

İkinci suale Hz. Ömer'in dilinden Mevlânâ şöyle cevap veriyordu: Hani şu harfler, kelimeler, sözler nasıl insanın içindeki mânâyı kayıt altına alırken, aynı zamanda bir fayda da veriyor. Hatta insan gaybı ve görüneni bilemezken, "Fayda nedir, zarar nerdedir?"e cevapları aslında ona hep hicablıyken bile, sözünü bir fayda elde etmek için söylüyor.

"Fayda kendisinde zuhur eden Cenab-ı Hak, bizim gördüğümüzü nasıl görmez? Mânânın kelimelerle söylenmesinde yüz binlerce fayda var. Bu faydaların her biri, canın cesede girmesindeki faydaya nispetle pek değersiz.

Cüzilerin cüz'ü olan senin bu nefesin, bu söz söylemen, külli bir fayda temin ederse ruhun bedene girmesiyle meydana gelen küll, neden faydasız olsun? Sen bir cüz iken fayda görüyorsun. O halde neden kınama elini külle uzatıyor, onu neden kınıyorsun?"
Mesnevî, I. Cilt 1520-1524. beyitler


İnsanı düşündüren bir suale, ürperten bir cevap! Hiç dönüp sorduk mu kendimize: "Ben ömrümü sürüyorum ya, acep benim yüce Yaratıcım benim varlığımla ne söylüyor? Ben hangi mânâya kalıp olmuşum? Ben hangi kelimeyim?"

İnsanın içine düşen o "eşyanın hakikatini bilme" derdi de, bu "gayb ve görünen" bilgisinin kuldaki izdüşümü olmalı. Gaybı ve görüneni bilen ancak O. Hatta önce gayb, sonra görünen. Boşuna öyle sıralanmasa gerek. Çünkü görünen belki de ancak görünmeyenlerin hayal perdesine düşmüş görüntüleri... Kimbilir? Hem sorsam bir içime: "Gördüm dediklerimi ne kadar bildim ki?"

Ama işte bazen eşyanın hakikatini bilme diye bir derdi oluyor insanın. Hakkı hak olarak bilip, ona tabii olmak, batılı batıl olarak bilip ondan ictinab etmek diliyor. Bakışlar seviye seviye... Anlayışlar katman katman... Kiminin ayırdına bile varamayacağı farklar, kimine uykuyu haram ediyor. Bu âlem ne, mevcudât neden? Ben kimim? Yaratıcımla bağım nasıl olmalı? Bu sorulara cevapta aklın ışığı pek az. Onun eli ancak duyularla sezilen ve onlardan mantıksal ilişkilerle çıkarılabilecek sonuçlara eriyor. Akıl ancak "nasıl" sorusunu -o da cirmi kadar- aydınlatıyor. "Kim", "ne", "ne zaman"ın cevapları zaten eline verilmeli. "Niçin"e ise hayali bile yetişmiyor.

Kendi sınırlarını sezenlerden bazıları ise hakikatin ne olduğuna dair izahları aramaya yılmadan devam ediyorlar. Neden arıyorlar, bilinmez. Belki hakikate ezelden sevdâlılardır, kimbilir. İstidlâlin bittiği yere, kalb-i selîmleriyle destek çıkıyorlar. İman ediyorlar. Elbette O dilemezse, kimseyi hakikate erdirecek bir yol yok. Hidâyet ancak O'ndan dilenir. Hakka ulaştıran ancak O'dur.